KUĞU VE ÇAKAL (KATİLLER ÇETESİ #3) / J. A. REDMERSKI || KİTAP YORUMU





Orijinal İsim: The Swan and The Jackal
Seri Sıralaması: #3
Yazar: J. A. Redmerski
Çeviri: Murat Karlıdağ
Sayfa Sayısı: 400
İncelemek İçin: Goodreads
Puanım: 4/5








TANITIM

Fredrik Gustavsson hiçbir zaman aşka inanmamış ve kimsenin karanlık hayatını kabul edebileceğini düşünmemiştir. Ta ki en az kendisi kadar tekinsiz Seraphina’yla karşılaşana dek... Fredrik ve Seraphina beraber dopdolu iki sene geçirmiş ve aşkın en karanlık halini tatmıştır. Fakat bir gün Seraphina Fredrik’i geride bırakıp kayıplara karışır.


Gelgelelim Fredrik Seraphina’yı bulmaya kararlıdır. Fredrik’in elindeki tek koz ise Cassia adında, hafıza kaybı yaşayan masum bir kızdan başkası değildir. Fredrik’in Cassia’nın yaşananları hatırlaması için çabalamaktan başka şansı yoktur. Ve bu esnada hiç umulmadık olaylar yaşanır ve Fredrik kendini türlü açmazın içinde bulur.


Katiller Çetesi’nde macera Sarai ve Izabel’in ardından devam ediyor, gerilim iyiden iyiye tırmanıyor.

YORUM

"Benim güzel kuğum...
Kurtarıcım ve felaketim..."

Yorumlarımı takip edenler bilir, illa ki görmüştür, ben bu seriden beklediğimi daha önce hiç alamamıştım. İlk iki kitaptan sonra seriye dair motivasyonum kırılmış ve bu yüzden de elim hiç 3. kitaba gitmemişti. Bunu, ikinci ve üçüncü kitabı okumam arasında geçen 1.5 yıldan anlayabiliyoruz. Ama bu aralar yarısında olduğum veya yarısına bile gelemeden başlayıp ara verdiğim seriler kitaplıkta o kadar gözüme batıyor ve sinirimi bozuyor ki, bu serileri okuyup bitirmeye çalışıyorum. Bu operasyonun ilk serisi Ay Günlükleri'ydi ve o seri bittikten sonra da neyi seçsem neyi seçsem derken ablam Katiller Çetesi'ne devam etmemi, serinin giderek güzelleştiğini ve beğeneceğimi söyledi. Ben de başladım.

Canım ablam! İyi ki dinlemişim.

Kuğu ve Çakal, serinin ilk iki kitabına göre çok daha karanlık, daha fazla pis işin olduğu, oluşturdukları çeteye dair daha çok detay öğrendiğimiz ve daha içine girebildiğimiz bir kitaptı. İlk iki kitaptaki kurgu boşluğundan sonra Fredrik'in hikayesinin derinliği ve geçmiş detayları seriye yeni bir boyut getirdi bence. Sarai'nin etrafında dönüp duran o vasat seriden sıyrılıp bir çete oluşumunun ve onların karakterlerinin hikayelerini beraber anlatabilen bir seriye dönüştü ve bu durum keyfimi de motivasyonumu da yerine getirdi. Serinin gözümdeki yeri birkaç tık yükseldi ve devam etme isteğim uyandı ki bu, başlayıp da sevemediğim her seriye nasip olmaz. 




"Hatırladıklarımdan ötürü göğsüm sıkışmıştı. Öylesine can sıkıcı ve affedilmez bir yüktü ki her gün ölmediğime şaşırıyordum. Her gece kabus görüyordum. Kötü ve ehil olmayan yüzlerin işkencesini sanki yeniden yaşıyormuş gibi kan ter içinde uyanıyordum. Gerçekte ise ihtiyaçlarımı daha da büyütüyor, bağımlılıklarımı daha tehlikeli kılıyor ve tüm bunlar beni tüketiyordu.
Asla durmayacaktım. Asla duramazdım.
Geçmişim beni şekillendirmişti, beni ezik bir kalbi ve ölü bir ruhu olan bir canavara çevirmişti."


Fredrik Gustavsson, seride ilk göründüğünden beri hikayesini daha ilgi çekici bulacağımı düşündüğüm bir karakterdi çünkü bütün o Sarai etrafında dönen olaylardan uzaktı. Üstelik Victor ve Niklas'ta bulunan ben-ciddi-bir-katilim havasından farklı bir duruşu vardı, ya da bana öyle gelmişti. İlk iki kitabın detaylarını çok hatırlamadığım için Fredrik bunu baskın bir şekilde yansıttı ya da yansıtmadı diyemeyeceğim, ama bana öyle hissettirdiğini çok net hatırlıyorum. Yaptığı işi daha zevkle yaptığını anlamıştım ve bu yüzden de hikayesini bir adım öne taşımıştı. Seriye devam etmek için bu kadar uzun zaman ara vermiş olsam bile, seriyi seversem bunun Fredrik'le olacağını biliyordum.

Gel gelelim ki, kitabın ilk yarısında Fredrik'i hiç sevmedim. Yaptığı bütün o işkencelerden her ama her detayı vererek, bunlardan zevk alarak bahsetmesi, görmeyi beklediğim hiçbir duyguyu ve derinliği göstermeden bir makine gibi dolaşması hiç hoşuma gitmemişti. Evet, Fredrik'in işkence yapmaya bayılan bir karakter olduğunu zaten biliyordum, önceki kitapta bu işkencelerden birini de okumuştum ama orada ana karakter o değildi ve tabi ki düşüncelerine dair bir beklentim yoktu. Ama Kuğu ve Çakal'da okumayı beklediğim duyguların hiçbirini görememiştim. Sadece sorgulamayı yapıyor, kerpetenle dişler söküyor, şırıngalarla bir şeyler enjekte ediyor, insanlardan istediği bilgileri alıyordu ama bir hikayesi olan ana karakter gibi değil, sapkın bir yan rol gibiydi, karakter katmanlarını bir türlü okuyamamıştım ve bu durum sinirimi bozmuştu. 'Galiba Fredrik'i de sevmeyeceğim,' deyip duruyordum. 

Üstelik hayatını mahveden ve bir şeytan olduğu çok belli olan Seraphina'ya olan aşkından bir türlü vazgeçmiyordu. Onu arayıp bulmak için her şeyi yapıyor, bunun için masum olduğunun aşikar olduğunu düşündüğüm bir kadını kullanmaktan da geri durmuyordu. Cassia'yı bir hayvan gibi prangaya vurmuş, bodruma kapatmış ve dış dünyayla olan bütün bağını kesmişti. Seraphina'yı ancak onun sayesinde bulacağı için kadının hatırlayamadığı geçmişine ihtiyacı vardı ve o hatırlayana dek bu tutsaklığı devam edecekti. Cassia'nın ona duyduğu ve göstermekten hiç çekinmediği aşkı görmezden geliyor, tamamen Seraphina odaklı bir şekilde onu hatırlamaya, hatırladıklarını da anlatmaya zorluyordu. Ama bunun için fiziksel işkence yapmıyor, kadının ona olan aşkını kullanarak onun canını yakıyordu. Bütün bunları okurken bile kitabın bazı noktalarında, Fredrik'in biraz olsun karakterini bize açar gibi yaptığı noktalarda Cassia'ya karşı bir şeyler hissettiğini çok az da olsa görebilmiştik ama bu hislerini de yok saydığı için sinirim tepeme çıkıyordu. Açıkça söyleyebilirim ki Fredrik'in geçmişi anlattığı ufacık parçalarda bile Seraphina'dan nefret etmiştim ve bulunmasını, ortaya çıkmasını istemiyordum. Fredrik onu bulmak istedikçe ve onu özledikçe de adama iyice sinirleniyordum.

Ama ama ama... Kitabın ikinci yarısında Fredrik öyle bir dönüşüm geçirdi ki, bunun nasıl olduğunu bile pek anlayamadım ve başta bunun da bir taktik olduğunu düşündüm. Cassia'yı incitmeye dayanamamış, hemen sonraki süreçte de artık ona olan hislerini geri planda tutamaz olmuştu. İlk yarıda kadına temastan bile kaçınan adam şimdi cinselliği bırak, tamamen şefkatle saçlarını okşuyor ve öpüyordu. Yaralarını temizliyor, onu yıkıyor, normal hayatı hissedebilmesi için prangasını söküp onun evde özgürce dolaşmasına izin veriyor, dışarıya çıkartıyor ve normal bir çiftmiş gibi vakit geçirmelerini sağlıyordu. Ve bunları yaparken kadına olan hislerinin, bir yandan da çekmeye devam ettiği özlemin gerçek olduğunu hissettirebilen bir adam olmuştu. Ona aşık olduğunu, Seraphina saplantısından sıyrıldığını sayfa sayfa gördük resmen. Duyguları ve düşünceleri olan bir karaktere dönüşmüş, boyut kazanmış ve o işkence robotu halinden sıyrılmıştı. O noktadan sonra yaptığı işkenceleri okumak bile farklı gelmişti bana. Başlardaki işkenceleri herhangi biri de yapabilirdi benim gözümde, ama artık elinde şırınga olan adamın, kerpetenle diş söken eldivenli elin sahibinin Fredrik olduğunun fark edildiği bir noktaya gelmiştik. Ve ben kitabın bu halini aşırı sevdim.

Ama Fredrik'in en sevdiğim hallerinden biri çektiği acıyı çok iyi şekilde okuduğumuz halleriydi. Ne kaybettiğini, neyi asla geri alamayacağını fark ettiğini, bunun getirdiği acıyla kahrolmasını ve bu acıya dayanamaycak hale gelişini okurken baştaki o herifin nasıl bu hale geldiğine şaşırıp kaldım. Spoiler vermeyeceğim ama okuduysanız/okuyunca ne demek istediğimi ve tam olarak hangi kısımdan bahsettiğimi anlayacaksınız. Yapmak zorunda olduğu şeyle yüzleşmesi, bunun kaçınılmaz olduğunu bilse dahi engellemeye çalışması ve son ana dek çabalayışı o kadar gerçekti ki! Yapması gereken şeyin onu nasıl bir karanlığa sürükleyeceğini biliyordu ama buna rağmen, elinden hiçbir şeyin gelmeyeceğini anladığı anda bunu yapmakta tereddüt etmemesi tamamen ona yakışır bir hareketti. Bunu Fredrik Gustavsson'dan, Çakal'dan başka kimse yapamazdı. 



"Seni hep sevdim," diye fısıldadım dudaklarına. "Seninle ilgili her şeyi sevdim, Cassia. Ve seni her zaman seveceğim."

Şimdi yalan yok, ben Cassia'yı da başta sevmedim. Hatta daha sonra da pek sevmedim. Kitabın en başından beri duygularını okumuştuk ama çok yavan kalmışlardı. Kaçırıldığı gerçeğini önemsemeyi bırakmış, onu kaçıran adama aşık olmuş ve dönüp bakıldığında fark edilir şekilde hastalıklı bir duruma düşmüştü. Ayrıca her ne kadar duygu ve düşüncelerini görmüş olsak bile, Cassia karakteri Stockholm sendromuna tutulmuş herhangi bir kadın olabilirdi, kendi kimliğini okuyucuya aktarabilen, 'Ben Cassia'yım' dedirtebilen hiçbir anı olmamıştı. Fredrik'e olan aşkının temelini göremiyor ve hissedemiyordum, hafızasını kazanmaya çalışırken düşünmesi gereken tek şeyin o adama yardım etmek ve daha sonra kaçabildiği kadar uzağa kaçmak olması gerektiği halde bunun tam zıttı olmasını sebeplendirememiştim. 

Geçmişini hatırladığında bile onları anlatıp kurtulmak varken sırf Fredrik ona kendini biraz daha açsın, onun hakkında bir şeyler daha öğrenebilsin diye öğrendiklerini anlatmayı reddetmiş, onun da kendi geçmişini anlatmasını şart koymuştu. Başkalarına yaptığı işkenceleri, başka kadınlarla yattığı anları, sırf onu konuşturabilir ve hatırlamasına rağmen anlatmayı reddettiği anılarını anlattırabilir diye canlı yayınla kendisine izleten bir adama baktığında nasıl olur da bir katil yerine aşık olduğu, geçmişini öğrenmeye çabaladığı ve o kadını unutup kendisine aşık olmasını istediği bir adamı görebilirdi, anlayamıyordum. Şimdi durup 'ama aşk bu vs. vs.' demeyin hiç. Bu detayı, aşkı yüzünden onun katil yanını hiç umursamamasının ihtimalini ben de biliyorum. Kitabın ikinci yarısında Fredrik'i sevdikten sonra ben bile umursamadım işkencelerinin iğrençliğini. Benim bahsettiğim nokta şu: biz bu aşkın hikayesini göremedik. Cassia, kitabın en başından beri adama aşıktı. Niye? Nasıl? Bu soruların hiçbirinin cevabı yoktu ve her sebepsiz şeyde olduğu gibi sebebi işlenmemiş bu aşk da bana geçmedi. İki boyutlu olarak, kağıt üzerinde kaldı. Cassia'nın diğer bütün duyguları gibi.

Geçmişini hatırladığı ve Fredrik'e anlattığı kısımda bile düşündüğüm tek şey Seraphina'nın çocukken bile bir şeytan olduğuydu. Cassia'nın başına gelen berbat bir şeydi ama bunu anlatırken bile bende ona gerçekten üzülecek bir duygu uyandırmamıştı. Sadece küçük bir çocuğun bunları yaşamasına biraz üzülmüştüm. Cassia'nın değil, sıradan küçük bir çocuğun. Yani demek istediğim şu ki, o kişinin Cassia olması hiçbir şeyi değiştirmemişti. Olayı derinleştirmemiş ya da daha büyük bir hale getirmemişti. Cassia kimliğini o berbat geçmişte bile hissedemiyorduk. Başka bir hikayede rastgele birinin geçmişi olabilirdi o sahne. Cassia değil de Kate olurdu, Erin olurdu, Beth olurdu. Ne kastettiğimi anlatabildim mi? Hiçbir kişiselleşmiş duygu yoktu. Seraphina bile daha çok kimliği olan bir karakterdi.

"Ona zarar veremezdim. Bunu biliyordu. Belki de bunu kullanarak beni aptal yerine koyuyordu. Yine de ona bunu yapamazdım.
Fakat bir şeyler yapacaktım.
Bugün bitmeden hatırladıklarını bana söyleyecekti.
Bir şekilde öğrenecektim. Öyle ya da böyle."

Kitabın en can vurucu noktasını okuyup da Fredrik-Cassia-Seraphina arasındaki ilişkiyi çözünce gerçekten şaşırdım, doğruya doğru. İlk andan beri kafamda bir sürü ihtimal düşünmüş ve sebepler, bunların sonuçları doğrultusunda kitabın ilerleyeceği yön üzerine olasılıklar kurmuştum ama asıl gerçek hiç aklıma gelmemişti. Bunun geleceğini önceden çözememiş, olaylardan, sözlerden, geçmişlerden bu gerçeğe dair hiçbir ipucu yakalayamamıştım. Ve bu durum cidden çok güzeldi. Yazarın yaptığı bu hareket serinin değerini gözümde birkaç tık arttırmıştı çünkü 'vaay, demek böyle şeyler olacak bu seride, beni cidden şaşırtacak, okurken gerçekten seveceğim bir kurgu karmaşası yaratacak, ne güzel hee' dememe sebep olmuştu. Gerçekten de burada söylüyorum, yazar böyle yazmaya devam etmişse eğer, bu seri benden 4'ten az yıldız alamaz çünkü ilk iki kitaba zaten 3 verdim. Ama bu kitapta yarattığı havayı bozduğu anda da 3'ü yapıştırırım. Hiç acımam.

Bütün bu Fredrik-Cassia-Seraphina olayı dışında da seride devam eden ve aslında ana konu olarak var olan katiller çetesi oluşumunu operasyon operasyon görmek, diğer karakterlerin varlığının çok öne çıkarılmamasına rağmen yok sayılmaması da kitaptaki aksiyon boşluğunu dolduruyordu ve kişiselleşen olay örgüsünün dışında da karakterlerin bağlı oldukları ana kurgunun varlığını unutturmuyordu. Bu kitabı ilk iki kitaptan bu kadar iyi yapan özellerinden biri de bu benim gözümde. Sarai ve Izabel'de arayıp da bulamadığım o ana kurguyu işlemişti ve onlarda oluşmuş aksiyon boşluğunun bu sefer oluşmamasını sağlamıştı. Aksiyon derken vurdulu kırdılı, kaçmalı kovalamacalı bir olaydan bahsetmiyorum o yüzden doğru bir kelime seçimi olup olmadığından pek emin değilim ama saat 05.16 ve daha iyisini bulamıyorum. Ama şunu söylemeye çalışıyorum, Fredrik'in kişisel hikayesinin yanında, bundan bağımsız olarak yaptığı işi de görebildik ve aslında kitaptaki durulmuş kısımları dolduran da bu iş oldu. Üstelik yazar diğer karakterleri ve onların ilişkilerini de az ama öz, daha olgunlaşmış şekilde işlemişti ve böyle ana kurguyu örmeyi bırakmamıştı. Bu kitapta Sarai'ye olan nefretim bile coşmadı, düşünün. O bile o aptal kız tavrından çıkmış ve aklı başında bir hale bürünmüştü, resmen başka bir karaktermiş gibi hissettirmişti. Serinin gözümdeki değerinin selameti için, aman Allah bozmasın!

Ee, madem bu kadar beğendin de neden 5 yıldız vermedin diyecek olanlara ise kitabın ve karakterlerin bir anda değiştiği kısımdan öncesini hatırlatmak isterim. Hani o beni sıkan, sinir olduğum ilk yarıdan bahsediyorum. Öyle bir yarıya, hatta çeyrekliğe sahip olan hiçbir kitap benden 5 puan alamaz. Çok netim bu konuda.

Kitabın baskısına gelirsek eğer, ben bu serinin hem şömizdeki kapaklarını hem de şömiz içindeki sert kapakta sadece kitabın ve yazarın adının yazmasını, herhangi bir desen olmamasını çok seviyorum. Ama şunu da söylemeliyim ki kitabın içeriğinde bazı baskı hataları vardı. Bir yerde cümlede anlam karmaşası oluşmuştu, bir yerde bölüm başı yeni bir sayfada bold ve italik bir yazıyla-diğer bütün bölümlerdeki gibi- yazılması gerekirken kısa olan bir bölümün sonuyla karışmış ve onunla aynı sayfada, olması gerekenden daha ufak bir puntoyla ve sadece italik olarak yazılmıştı ki sayfayı okuduğum ilk anda hızla geçince bir karışıklığa sebep olmuştu. Başka bir sayfada dipnotlar en alta küçük puntoyla yazılmak yerine paragrafların arasına, ana metin puntosuyla girmiş, onların altında aynı sayfada tekrar metin devam etmişti. Belki çok ufak şeyler diyebilirsiniz ama bu detaylar benim sinirimi bozan şeyler olduğu için baskıdan bahsetmeden ve bunları söylemeden geçemiyorum. Bazı kitaplarda baskı ve çeviri yüzünden puan bile kırıyorum hatta, ama bu kitapta bunlara çok az rastladığım için puanımda herhangi bir etkisi olmadı. İyi ki de olmadı yoksa bu hikayenin baskı yüzünden mahvedilmesine üzülürdüm.

Ee ne diyelim, kaderde bu seriye 4 verdiğimi görmek de varmış!




Yorumlar

Popüler Yayınlar