ÖLÜM GEMİSİ (MAGNUS CHASE VE ASGARD TANRILARI #3) / RICK RIORDAN || KİTAP YORUMU
Orijinal İsim: The Ship of the Dead
Seri Sıralaması: #3
Yazar: Rick Riordan
Çeviri: Taylan Taftaf
Sayfa Sayısı: 496
İncelemek İçin: Goodreads
Puanım: 5/5
TANITIM
Eskiden evsiz bir ergen olan Magnus Chase artık Valhalla Oteli’nde kalıyor ve Odin’in seçilmiş
savaşçılarından biri. Yaz ve sağlık tanrısı Frey’in oğlu olduğundan, Magnus’un doğasında savaşmak yok aslında. Ama elf Hearthstone, cüce Blitzen ve savaşçı Samira gibi güçlü ve kararlı arkadaşları var. Onlar hep birlikte Kurt Fenris’i yenip Th or’un çekici Mjolnir’i geri almak için devlerle savaştılar. Şimdiyse Magnus ve arkadaşları, Jotunheim ve Nifl heim sınırlarına doğru yelken açıp Asgard’a musallat olmuş en büyük tehdidin peşine düşmek zorundalar. Tehlikeli yolculuklarını tamamlayabilecekler mi, yoksa ufukta onları Ragnarok mu bekliyor?
savaşçılarından biri. Yaz ve sağlık tanrısı Frey’in oğlu olduğundan, Magnus’un doğasında savaşmak yok aslında. Ama elf Hearthstone, cüce Blitzen ve savaşçı Samira gibi güçlü ve kararlı arkadaşları var. Onlar hep birlikte Kurt Fenris’i yenip Th or’un çekici Mjolnir’i geri almak için devlerle savaştılar. Şimdiyse Magnus ve arkadaşları, Jotunheim ve Nifl heim sınırlarına doğru yelken açıp Asgard’a musallat olmuş en büyük tehdidin peşine düşmek zorundalar. Tehlikeli yolculuklarını tamamlayabilecekler mi, yoksa ufukta onları Ragnarok mu bekliyor?
Magnus Chase üçüncü serüvenine Ölüm Gemisi ile çıkıyor.
YORUM
"Bütün bunlar her an sona erebilirdi. Einherjar olarak bizler ölmeye yazgılı olduğumuzu biliyorduk. Dünya sona erecekti. Büyük resim asla değiştirilemezdi. Ama, bir keresinde Loki'nin de dediği gibi, detayları değiştirmeyi seçebilirdik. Kaderimizi bu şekilde kontrol edebilirdik.
Bazen Loki bile haklı olabiliyordu."
Rick Riordan, alışveriş listesi bile yazsan alır okurum.
Blogta yorumlarını girmediğim için belki çoğu kişi bilmiyordur ama ben Rick Riordan okumayı inanılmaz seviyorum. Onun o yaratıcı hikaye anlatıcılığına, her şeyi mizahla süsleyebilmesine, karakterler arasındaki bağı ince ince dokumasına ve büyük kurgunun altına birçok küçük kurgu ekleyerek hikayeyi daima ilgi çekici tutmasına, 400-500 sayfayı bir çırpıda okutan akıcı kalemine bayılıyorum. Kendisiyle bundan 7,5-8 sene önce bir arkadaşımın Şimşek Hırsızı'nı okumam için ödünç vermesiyle tanışmıştım ve o zamandan beri de favori yazarlarım arasında çok sağlam bir yere sahip.
Magnus Chase ve Asgard Tanrıları serisine ilk başladığımda sürekli Percy Jackson ve Olimposlular ve onun devamı niteliğindeki Olimpos Kahramanları serisiyle karşılaştırıyordum çünkü hem ilk göz ağrılarımdı hem de bir türlü diğer serilerini alıp okumaya fırsat bulamadığımdan onlarla karşılaştıramıyordum. Hala daha karşılaştıramıyorum çünkü maalesef henüz alıp okuyamadım. Olimpos Kahramanları'nın son iki kitabını bile henüz okuyamadım çünkü 8 sene önce arkadaşımdan ödünç alıp seriyi bir çırpıda okuduğumda henüz onlar basılmamıştı, basılınca da serinin kötü bir sonla bitmesinden korkarak okuyamamış, seriyi kendi kitaplığımda topladığımda okumaya karar vermiştim. Aradan çok uzun zaman geçmesine rağmen de hala kitapları almış değilim, bu yüzden de birçok detayı unuttum ancak bu yıl kesinlikle kitapları toparlayıp Şimşek Hırsızı'ndan başlayarak Olimpos'un Kanı'na dek süren 10 kitaplık bir maraton yapmayı planlıyorum. Baskısı bitenleri bulabilmem için dua ediniz lütfen.
Paragrafta konuyu dağıttığım için tekrar başa dönecek olursak, dediğim gibi, Magnus Chase ve arkadaşlarını, başlarına gelen olayları vs. sürekli bizimkilerle- Percy ve arkadaşları- karşılaştırıyordum ve açık açık söyleyeyim, o kadar beğenemiyordum. Gözlerim sürekli melez kampını, çözmeye çalıştıkları ve görevlerini yönlendiren kehanetleri, Yunan tanrılarını, Kıvırcık'ı falan arıyordu. Hal böyle olduğu için de ilk kitabı okurken başta bir türlü Valhalla'ya, Blitz ve Hearthstone'a, Sam'e ve İskandinav tanrılarına tam olarak ısınamıyordum. Ama çok şükür ki buna rağmen bu durum çok uzun sürmedi çünkü yeni karakterlere, isimlere alıştığım an İskandinav efsanelerine, karakterlerin ilişkilerine, başlarına gelen olaylara ve başarıya ulaşması gereken görevlerine daldım ve karşılaştırmayı da bıraktım. O andan sonra da seriye inanılmaz bayıldım. Zaten aksini beklemem saçma olurdu çünkü bir Riordan kitabı insana tam da bunu yapar. Sizi sarıp sarmalar, hikayeye çeker ve ne olduğunu bile anlamadan kendinizi o karakterlerle bir arada bulursunuz.
Serinin daha önceki kitaplarına yorum yazmadığım için seriyi nasıl okumaya başladığımı ve benim için yazarın ne denli önemli olduğunu anlatmadan geçemezdim çünkü bu anlatacağım her şeyin, bence, havada kalmasına sebep olacaktı. O yüzden şimdiye kadar olan kısma bile 'ne yazmışsın bee' diyen arkadaşlar varsa şimdiden geçmiş olsun diyorum çünkü daha yeni başlıyoruz.
"Loki, bana kim olduğumu sormuştun. Ben bu ekibin bir parçasıyım. Ben Valhalla Oteli'nin on dokuzuncu katından Magnus Chase'im. Frey'le Natalie'nin oğlu; Mallory Keen, Yarıkaya Gunderson, Thomas Jefferson Jr., Blitzen, Hearthstone, Samira el-Abbas ve Alex Fierro'nun arkadaşıyım. Bu benim ailem! Bu benim othala'm! Ailemin beni her zaman destekleyeceğini biliyorum. Bu yüzden buradayım. Senin geminde etrafım ailemle çevrili ve binlerce kişinin ortasında olmana rağmen... Sen. Halen. Yapayalnızsın."
Magnus'un Frey'in oğlu olduğu için savaşçı bir karakterde olmaması ilk kitaptaki alışma sürecimde biraz canımı sıkmıştı çünkü başlarına gelebilecek bütün kötü olayların başlarına kesinlikle geleceğini bildiğim için bir Vanir çocuğunun bu savaşlarda ne kadar etkili bir karakter yaratacağından emin olamıyordum. Ama dediğim gibi, bu o alışma sürecindeydi ve zaten çok kısa süren o süreçten sonra da bu durum bir daha canımı sıkamadı. Evet, bazı yerlerde 'ah be Magnus, keşke daha savaşçı bir karakter olsaydın da şurada şöyle şöyle olabilseydin' dediğim yerler oluyordu ama bunlar sadece anlık durumlardı. Magnus'un bir Vanir çocuğu olmasını, savaşçı yeteneklerinden çok barış ortamına olan uyumluluğunu sevmiştim çünkü önlerindeki savaşa, gerçekleşen kavgalara savaşçı arkadaşlarından daha farklı bir perspektifle bakıyor, kılıcı Jack'ten çok fazla yardım almasına rağmen durumları genel anlamda zekasıyla çözüyordu. Kendisinin de dediği gibi Magnus yıkıp geçen, yok eden birisi değildi, o ancak iyileştirirdi ve özellikle bu kitapta, girmek zorunda kaldığı bütün çatışmaların yanında sorunlarını bu yöntemle de çözebildiğini görmek çok güzeldi. Bazen bir savaşı kazanmak için öldürmekten başka bir yeteneğin gerektiğini, iyileştirmenin bir silahtan çok daha etkili olabileceğini çok iyi gösterdi.
Frey'in oğlu olmanın getirdiği bu savaş karşıtı yeteneklerine rağmen bir Vanir çocuğu olmaktan daha fazlasıydı ve bir Aesir kadar cesurdu. Karşısındaki devlere Yarıkaya gibi korkusuzca saldırmıyordu belki, Alex kadar hızlı ve T.J kadar istekli, Mallory kadar hırslı ya da Samira kadar soğukkanlı olamıyordu ancak sahip olduğu korkularına rağmen saldırıyordu. Arkadaşları söz konusu olduğunda ne kadar korkutucu olduğu fark etmeksizin her riski alıyor ve onları hep kendisinden daha fazla düşünüyordu. Kılıcı Jack'le bile, yüzyıllar boyunca ona sahiplik yapmasına rağmen Frey'in olduğundan daha iyi, daha sadık bir dost olmuştu. O kılıcı da dahil olmak üzere hiçbir arkadaşını geride bırakmıyordu ve yüzleşmek zorunda olduğu Loki'ye karşı güçlü kalabilmesindeki en büyük motivasyon, Ragnarok'u erteletmeyi başardığı takdirde sevdiği insanlara hayatlarını yaşamaları için kazandırabileceği vakitti. Ve bütün bu özellikleri bir araya geldiğinde de inanılmaz sevdiğim karakterlerden biri olmayı kolayca başardı.
"Sam sağımızdaki açık cama baktı."Bir başka çıkışı mı denesek?"
"Buna intihar denir," dedim.
"Buna tipik bir einherji günü denir," dedi Mallory.
Ve hareket halindeki trenin camından ilk atlayan da o oldu."
Magnus'u sevdiğim kadar arkadaş grubunun tamamını da aynı kuvvetle sevebilmiş değilim açıkçası, eğri oturup doğru konuşalım. Ancak bunun sebebinin kötü yazılmış karakterler değil de bütün o olayların arkasında bazılarının karakter gelişiminin çok fazla işlenememiş, geri planda kalmış olması olduğunu düşünüyorum. Blitzen, Hearthstone, Samira ve Alex'in Magnus'la ve birbirleriyle olan dostluğu açık açık sayfalardan bana geçmesine hatta kimi zaman özellikle Blitz, Hearth ve Magnus arasındaki bağa özenmeme rağmen Mallory, T.J. ve Yarıkaya'nın biraz geri planda kaldığını hissettim. Kendi aralarındaki dostluğu görebiliyorduk ancak sanki Magnus'un hikayesinde bir tık ikincil karakter olarak işleniyorlarmış gibi geliyordu. Belki ilk iki kitabı okumamın üzerinden çok zaman geçtiği için böyle hissediyorum ve okumuş olanlar 'saçmalama be, şunu şunu şunu da mı hatırlamıyorsun' diyeceklerdir ancak maalesef bende durum böyle. Üstelik ilk iki kitaptan bağımsız olarak böyle düşünüyorum çünkü dediğim gibi ana detaylar dışında onları çok fazla hatırlayamıyorum. Ve Ölüm Gemisi'ni okurken de inkar edilemez bir şekilde bu üçlünün Magnus'la olan bağının olması gerekenden daha az işlendiğini düşünüyorum ki bazı yerlerde bunu Magnus bile fark edebiliyordu. O kadar ay boyunca hem Valhalla'da hem de çıktıkları ölümcül görevlerde beraber takılmalarına rağmen arkadaşlarının nasıl öldüğünü bile çok geç öğrenmişti ve hala onlarla arasında bilinmeyen birçok konu vardı. En basitinden Mallory ve Yarıkaya'nın güvertede hangi dertlerini konuşarak barıştıklarını bile bilmiyordu. Aynı şekilde onlar da Magnus'un Alex'e olan hislerinden bihaberlerdi.
Ama bütün bunlara rağmen bu dostlukta her kişinin bu ekibin bir parçası olduğu, birisi eksik kalırsa hiçbir işlerinin yolunda gitmeyeceği ve birbirlerinin eksiklerini kendileri bile farkında olmadan tamamlayarak mükemmel bütünü oluşturdukları çok açık bir şekilde görülüyordu. Birbirlerinin arkasını kolluyor, her biri bir diğerini kurtarabilmek için düşmanla yüzleşmeyi göze alıyor ve çıktıkları yolculuklar ne kadar tehlikeli olursa olsun birbirlerini asla terk etmiyorlardı. Hiçbiri bireysel olarak mükemmel değildi. Magnus kılıcı Jack'e rağmen savaşma konusunda çok iyi bir iş çıkaramıyordu, Samira daima mantığıyla hareket ettiği için doğaçlama konusunda genellikle başarısız oluyordu, Yarıkaya Gunderson mükemmel bir savaşçı olmasına rağmen çok mantıklı davranmıyordu, Mallory çok hırslı ve öfkeliydi, T.J. genellikle ekibin en sakin savaşçısıydı, Blitzen savaş giysilerinin modaya uygun olmasına savaşmaktan daha çok önem veriyordu, Hearthstone çok fazla fedakarlıkla kendisini zorluyordu ve Alex alaycılığını öne çıkarıp duygularını daima geri plana atıyordu. Hepsinin bir eksikliği, bir diğerinin tamamlamasına ihtiyaç duydukları yönleri vardı. Ayrı ayrı savaşmaları halinde belki de karşılarına çıkan ilk zorlukta kaybederlerdi ancak birbirlerine tutunarak sahip oldukları bütün eksiklerini kapatmışlardı. Yukarıda bahsettiğim, dostluğun duygusal kısmında bazı karakterlerin geri planda kalma durumu dışında mükemmel yazılmış bir dostluk bağıydı ve okuması çok keyifliydi. Birbirleriyle olan atışmaları, laf sokmaları ama bir yandan da korumaya çalışmaları, birbirleri için endişelenmeleri çok güzeldi. Ve eğer seri sadece üç kitapla sınırlanmamış olsaydı bu karakterlere yazılacak daha fazla sahne, Mallory, Yarıkaya ve T.J. ile Magnus arasındaki geri planda kalma sorununu çok kolay bir şekilde ortadan kaldırabilirdi.
"Sana küçük bir sır vereyim, Magnus. İyi ve kötü yok. Yalnızca istedikleri şeyleri yapabilenler ve yapamayanlar var. Ben yapabiliyorum. Sense... yapamıyorsun!"
Loki'nin laf cambazlığı, sinsilikleri ve tanrılara karşı içinde taşıdığı nefret önceki kitaplarda çok güzel aktarılmıştı. Öyle ki bazı sahnelerini okurken adamın castını kafamda Tom Hiddleston olarak belirliyordum ve güzel konuşma yeteneğini kullanarak karşısındakine sözleriyle vurabildiği sahnelerde takınacağı sinsi gülümsemesi resmen gözümün önüne geliyordu. Ancak bu kitapta yer aldığı sahnelerin azlığından mı, o sahnelerin uzun olmamasından mı yoksa Ragnarok planının ciddiyetinden konuşmaları yüzünden laf cambazlığını sergileyeceği vaktinin kalmamasından mı bilemiyorum, karakterinin en çok patlaması gerektiğini düşündüğüm final kitabında bu özellikleri arka planda kalmıştı. Hala çok akıllı davranıyordu ve planlarını çok iyi işletiyordu ama Loki'ye aktarılan güçte bir azalma var gibiydi. Magnus'la yaptığı dalaşmada çok korkunç ama muhteşem şeyler (Ollivander referansıdır efenim, doğru düşündünüz) söylemesine rağmen bence çizmesi gereken baskın ve güçlü profilde tam başarılı olamamış, bazı kırılmalar yaşanmıştı. Önceki kitaplarda çocuklarının bağırsaklarından yapılmış bağlarla bir kayaya bağlanmış ve suratına başının üstünde sarkan yılanın zehri akarken, sadece rüya yoluyla bütün planlarını işletmek zorunda olmasına rağmen daha güçlü bir karakterdi bence. Doğal olarak, bütün bağlarından kurtulmuşken çok daha güçlü olmasını beklerdim ve her ne kadar bu kitaptaki halinden çok fazla rahatsız olmasam da karakter gelişimini daha baskın devam ettirebilmesini isterdim.
Yine de olmasa daha iyi olurdu dediğim bu birkaç sorun bile kitaba bayılmamı engelleyemedi. Her bir karakteri, kimisini beklediğimden fazla kimisini biraz daha az olsa bile, çok sevdim ve onları okuyor olmak hiçbir sayfada beni sıkmadı. Yaşanan olaylar, nihai sona giden yolda dallanıp budaklanarak birbirleriyle kesişen detaylar, her bölümün daima bir heyecan sınırının üzerinde seyretmesi ve böyle zekice işlenmiş bir kurguyu okumak inanılmaz keyifliydi. Üstelik ilk iki bölümde iki kitaptır beklediğim Percy ve Annabeth sahnelerinin yazılmış olmasına, o bölümleri okumaya tek kelimeyle bayıldım. BA-YIL-DIM. Keşke çok daha fazla sahneleri olsaydı ve demigod-einherji ortak savaş sahnesi okuyabilseydik ama yine de o iki bölümü okumak bile çok güzeldi. İkinci kitaptaki detayları unuttuğum için bu kitabın bu sahnelerle başlayacağını hiç aklıma bile getirmemiştim ve Percy ile Annabeth'i görmek benim için yüz gülümseten cinste bir sürprizdi.
Seriye hiç başlamamış birisi zaten gelip üçüncü kitabın yorumunu okumayacaktır ve seriye başlayanların da Riordan kalemiyle sarıldıkları için seriye devam etmeme gibi bir seçenekleri, tereddütleri bile olmayacaktır ancak olur da seriye hiç başlamamış birisi merak edip bu yorumumu okur, olur da çok fazla okuyacak kitabı olduğu için seriye devam etme konusunda tereddütleri olan(SAKIN OLMASIN) birisi gelip bu yorumu okur diye söylüyorum, serinin sayfa sayıları asla gözünüzü korkutmasın. İçeriğinin mükemmelliğini zaten yukarıda anlattığım için daha fazla övmeyeceğim ama kitabın çevirisinin de çok iyi olduğunu söylemeden geçmeyeceğim. Hem akıcı bir çeviri yapılmıştı hem de önceki kitapları hatırlamıyorum ama bu kitapta imla hatasına hiç rastlamadım. Göze çok gibi gelen o beş yüz sayfa hızlıca okunuyor ve bir bakıyorsunuz ki son sayfayı çeviriyorsunuz.
Daha ne diyebilirim ki?
Alın ve okuyun, sonra gelip bana teşekkür edebilirsiniz.
Yorumlar
Yorum Gönder